Yılmaz Onay bu romanda, 12 Eylül'ün karanlığında belli belirsiz başlayan bir ilk gençlik aşkının öyküsünü 2000'li yıllara taşırken, varoşlardan “mutena semtler”e, yanmayan sokak lambalarından holding gazetelerine uzanan sürükleyici bir toplumsal panorama çiziyor. «Sanki iki ayrı sistemin birer gezegeni, yörüngelerinden kopup uzayda buluşmuşlar” gibi hem çatışmalı, hem çekimli giden bu «aşk”ın çevresinde, anneler, babalar, kardeşler, arkadaşlar, kendilerince yerlerini alıyorlar. "Çukur Yanaklı Kız” işini kaybetmiş bir köşe yazarı «kadın”dır artık; «kavruk delikanlı" ise, kahırla kendini yetiştirmiş bir işçi, yanı sıradan bir “adam”. kültürel ve sınıfsal çatışmalara gebe bu ilişkiden, alabildiğine güncel ve bir o kadar da duygu dolu yakıcı sorular doğacaktır; “oyun” bitse de, hatta “roman” da bitse… Oyun Değil!, 2000'li yıllara gelirken arada bir yerde kaybettiğimiz ve aramaya bile zahmet etmediğimiz «içtenlik”le yazılmış bir roman ve dolayısıyla elbette politik, elbette direnmeyi içeriyor, ama «ben politik romanım” diye sahte bir çığırtkanlık yapmıyor asla. Çünkü içtenlikli, çünkü gerçekçi. «Adam, eski Yeşilçam filmlerindeki gibi ağır ağır döndü, ama o filmlerdeki gibi bakmadı, 'adam' gibi baktı, çünkü gözleri vardı", deniyor romanda. Görebilmek, bakmaya bağlı yani. Oyun Değil!, satın alınıp okunmayan türden değil, bir kez kapağını açınca elden bırakmaksızın “okunacak” bir roman! Perde açılınca, oyuncularla birlikte duyarak, düşünerek, gülerek, yerine göre gözyaşıyla ama tartışarak yaşanan bir oyun gibi…